29 Şubat 2016 Pazartesi

KAPAK HABERİ / ÇİN, 2016 YILINDA DÜNYAYI YENİ BİR EKONOMİK KRİZE SÜRÜKLEYECEK Mİ?



Cahit UYANIK

2016 yılına girilmesiyle Çin, dünyadaki ekonomik kriz tartışmalarının odağına oturdu. Ekonomide Çin kaynaklı tartışmaların yıl boyunca da sürüp gitmesi bekleniyor. 2008 yılında ABD’de başlayan ekonomik ve mali krizin, ikinci aşamasında AB bulunuyordu. Üçüncü aşamanın ise Çin’deki devalüasyonlarla başladığı ileri sürülüyor. Çin’in yaptığı devalüasyonlarla yani “kur savaşı” yoluyla, ekonomik krize girmemek için mücadele vermeye başladığı görüşü güçlü bir şekilde tartışılıyor.   

Çin ekonomisi, dünyadaki global ekonomik düzenin en önemli üçüncü aktörü.  Ama pek çok açıdan, diğer iki büyük aktör ABD ve AB’ye bağımlı. Milli parasının uluslararası değerini dolara sabitlemiş olan Çin’in, en büyük müşterisi de bu iki  büyük (ABD ve AB) ekonomik güç. Nihayetinde bu kadar içli-dışlı bir ilişki sebebiyle Çin’in, ABD ve AB’deki gelişmelerden olumlu-olumsuz yönde etkilenmesi çok normal.


Türkiye’nin ise Çin ekonomisiyle neredeyse tek yönlü bir ilişkisi var. Çin’e sattığımız malların 7 katı kadar ithalat yapıyoruz. Çin’den aldığımız tüketim mallarının yanı sıra; ucuz ham madde ve yarı mamulleri, Türkiye’de işleyerek AB pazarı ile yakın komşularımıza satıyoruz. Çin’in devalüasyonları kısa vadede, ithal ettiğimiz malları ucuzlattığı için lehimize görünüyor. Ama orta vadede bu devalüasyonlar, Çin ekonomisine daha fazla bağımlı hale gelmemize de sebep olabilir.  Çin ile Türkiye’nin aynı dönemlerde orta gelir tuzağından çıkmak için, ekonomisini orta ve üst teknolojiye sahip bir üretim yapısına dönüştürmeye çalışması, ileriki yıllarda birçok dış pazarda  rakip haline gelmeleri sonucunu da doğurabilir.

Aslında Çin’le ilgili kriz tartışmalarının odağında, krizin çıkış yeri olan ve “dünyanın motoru” olarak da adlandırılan Amerikan ekonomisi bulunuyor. Çünkü  Amerikan ekonomisinin 2008 yılında içine girdiği ekonomik ve mali krizde, geçen yıl yaz aylarından itibaren yeni bir aşamaya geçildi. Amerikan Merkez Bankasının (FED) 2013 yılında başlattığı parasal sıkılaştırma politikası kapsamında yüzde sıfır olan faizde artırıma gideceği kesinleşti. FED, Amerikan ekonomisindeki canlanmanın balon oluşmadan, kontrollü bir biçimde gerçekleşmesi için, tedrici bir faiz artırımına gideceğini açık açık söylemeye başladı.   

Bu gelişmenin ardından dünya ekonomisinin ikinci büyük üreticisi Çin harekete geçti. Parası yuanı (remninbi) dolar kuruna sabitlemiş olan Çin, geçen ağustos ayında ardı ardına iki devalüasyon yaptı. Çünkü, ABD dolarının tüm dünya paralarına karşı güç kazanmasıyla, otomatikman yuan da değer kazanıyordu. Tabii bunun sonucu olarak Çin malları pahalılaşırken, talep azalmasıyla birlikte Çin’in ekonomik büyümesi de yüzde 10’lardan yüzde 7’lerin altına doğru inmeye başlamıştı.

FED’in söylediğini yaparak, 10 yıl aradan sonra Aralık ayında ilk faiz artırımına gitmesiyle dolar iyice değerlenmeye başladı. Çin de, 2016 yılının ilk haftasında üçüncü defa devalüasyon gerçekleştirdi. Resmi açıklamasında “mallarımızı ucuzlatmak yoluyla kendi ihracatçılarımızı rahatlatmak için devalüasyonlar yapıyoruz” diyen Çin, tüm dünyada ekonomik kriz tartışmalarının odağına oturdu. Büyük bir ham madde ve enerji alıcısı (ham petrol, demir, bakır, kömür, doğal gaz vb.) olan Çin ekonomisinin yüzde 5’lere doğru inecek ekonomik büyümesinin, hammadde üreticisi başka ülkelerde gelir azalması ve iflaslara yol açacağı beklentisi güçlendi. Çin, azalan büyüme oranıyla birçok hammadde üreticisi ülkede ekonomik daralma ve resesyona, dolayısıyla işsizlik ile ekonomik ve siyasi çalkantılara yol açabilirdi. 

Bütün bu öngörülerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bu yıl boyunca, belki de 2017 yılı boyunca yaşayıp göreceğiz. 2016 yılında FED’in 4 kez daha faiz artırımına gideceği yönündeki güçlü beklenti ve tahminler, Çin ekonomisine bağımlı olan bir çok yükselen piyasa ekonomisi statüsündeki ülkede ters etkiler yaratmaya devam edecek gibi görünüyor.


Peki gerçekten Çin, tüm dünyayı etkisi altına alacak bir ekonomik krizin çıkış noktası olabilir mi?  Şu anki hakim görüş, Çin’in dünyada devasa bir ekonomik krize yol açmasının mümkün olduğu, ancak buna izin verilmeyeceği yönünde yoğunlaşıyor. 

Çin, ekonomik krizle mücadelede büyük umut bağladığı kur ayarlamalarında yuanı ve dolayısıyla kendi kur sistemini korumak için yarım trilyon dolara yakın döviz harcamış durumda. Çin’in elinde halen 3,5 trilyon dolara yakın bir döviz rezervi bulunuyor. Yani Çin, isteyene istediği kadar dövizi satabilecek pozisyonda… Çin ile “döviz oyunu”na girmek ise cesaret ister. Söz gelimi FED’in faiz artırımlarında küçük bir ertelemeye gitmesi halinde, aşırı döviz talebi piyasa oyuncularına zarar olarak dönebilir. Sözün özü,  Çin’i kur savaşları üzerinden bir politika izleyerek köşeye sıkıştırmak pek mümkün görünmüyor.   

Çin, faiz politikasında ise tam tersi bir yol izleyerek ekonomisini canlı tutmak için indirim yönlü bir patika izliyor. “Düşük kur, düşük faiz” olarak özetlenebilecek bu ekonomik politikanın başarıya ulaşma şansı mevcut. Çünkü Çin kur savaşının yanı sıra; dış pazarlarının daralmaya başlamasını, iç pazarını genişleterek dengelemeye çabalıyor. Çin, Japonya’da olduğu gibi sırf dış pazarlara odaklı bir üretim yapısı istemiyor. Bunun, Japonya’da olduğu gibi er geç kendisini resesyona sokacağını biliyor. İşte Çin’de 2016 yılı başından itibaren ikinci çocuğa izin verilmesi, iç talebi kısa sürede artırıcı bir yol olarak görülüyor.

Çin Komünist Partisi, 2012 yılı sonunda yaptığı toplantının ardından “piyasacı reformlara geçiş sürecine girdiğini” resmen duyurmuştu.  Bu kararın önemi o zaman tam anlaşılamamıştı. Bazı uzmanlar bu kararı artık, 1980’lerin başındaki kapitalist restorasyon sürecine geçiş kararlarıyla kıyaslıyorlar. Nitekim 2012’teki karar, Çin devletinin ekonomide yavaş yavaş düzenleyici ve denetleyici bir fonksiyona geçiş yaparak, ekonomik üretim sürecinden yavaş yavaş çıkmasını öngörüyordu. Çin’in piyasalaşma ve devalüasyon  politikası, bu ülkeye dev yatırımlar yapmış uluslararası sermaye tarafından destekleniyor. Bu dev şirketler devalüasyonlarla birlikte daha fazla para kazanırken, piyasalaşma sürecindeki özelleştirme programlarından da faydalanmak istiyorlar. 

Peki bu büyük fotoğraf içinde Türkiye-Çin ilişkilerini nereye konumlandırmalıyız? Türklerin Çinlilerle ilişkisini 5 bin yıl öncesine kadar götürmek mümkün ama Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti diplomatik ilişkileri 1971 yılında kurulmuştu. Çin’le ekonomik ilişkilerin canlanması ise 30 yıl sonra Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne 2001 yılında üye olarak tüm dünya ile serbest ticarete başlamasıyla gerçekleşti. Türkiye aynı yıllarda büyük bir ekonomik krize girmiş ve ekonomisini yeniden canlandırma uğraşısı veriyordu. Çin’den gelen ucuz tüketim mamulleri, (‘Ne alırsan al: 1 TL’ mağazaları hala akıllarda) alım gücü azalmış halkı rahatlattı. Çin’deki ucuz ham madde ve yarı mamuller, Türkiye’ye ithal edilerek mamul mala dönüştürüldü, ihraç edildi ve döviz geliri sağlandı.

Bu gelişmeler sonucunda; iki ülke arasında 2001 yılında 1,1 milyar dolar düzeyindeki dış ticaret hacmi, 2006 yılında 10,3 milyar dolara çıktı. Aynı yıl Türkiye Çin’e 1 birim mal satabilirken, 13-14 birim mal ithal ediyordu. 2014 yılında ise bu oran 1’e 9’a düşerken; 2015 yılında da 1’e 7’ye ineceği  tahmin ediliyor. Yeniden 2016’ya dönelim… Dış ticarette Türkiye lehine değişen bu tablo, yazının başında Çin ekonomisi hakkında yazdıklarımızla neredeyse birebir örtüşüyor. Yani iki ülke ilişkilerinde Türkiye açısından şu yaşanıyor: Çin mallarının pahalılaşmaya başlamasıyla hızı azalan bir ithalat görünümü, Çin’deki alım gücünün artışı ve pazar geliştirme stratejisi sonucu artışa geçen Türkiye’nin ihracatı…

Peki iki ülke ekonomik ilişkilerinde bundan sonra neler yaşanabilir? Devalüasyonlar sonucunda Türkiye’nin Çin’den ithalatını yeniden artırması beklenebilir. Buna karşılık Çin’in iç pazarını canlandırma yönündeki politikaları, Türkiye’nin ihracatını artırarak dış ticaret dengesinin görünümünü aynen sürdürmesine sebep olabilir. Uzun vadede Çin’in piyasa ekonomisine geçiş çabaları sonucunda yuanı dalgalı kura geçirmesi, Türkiye’yi bir anda yepyeni ve kötüleşen bir dış ticaret dengesiyle karşı karşıya bırakabilir. Türkiye’nin şu anki uygun zamanı iyi değerlendirerek Çin pazarında daha fazla var olması gerekiyor.

Türkiye aslında 2010 yılından bu yana Çin’i sırf ticaret ortağı değil, Türkiye’ye yatırım yapabilecek bir yabancı sermaye gücü olarak görüyor. Buna karşılık Türk yatırımcılarının da  Çin’de ortaklaşa yatırımlar yapmasını istiyor. Yani Türkiye Çin’e “İthal etmeyelim, gelin burada üretin. Biz de sizin için sizin topraklarınızda üretelim. Böylece istihdam yaratılır, ekonomilerimiz daha güçlenir” diyor. Ancak Çin, dış yatırımlarını tüm dünyada artırsa da Türkiye’de henüz hatırı sayılır adımlar atmış değil. Türkiye ise bu politikasında ısrarını sürdürüyor. En son geçen yıl yaz aylarında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çin seyahatinde “Ortak yatırımlar yapmalıyız” vurgusu yine dile getirildi. Çin, 2016 yılında Türkiye’nin bu teklifine olumlu yaklaşmaya başlayabilir.

Çin, 2013 yılından bu yana ekonomisinde orta ve yüksek teknolojili mamulleri üretmeye yönelmek istiyor. Çin’in bu isteği, Türkiye’nin de benzer bir üretim yapısı değişikliğine gitmek istediği, yani orta gelir tuzağından kurtulmaya çalıştığı döneme denk geldi. Bu çakışma şimdilik, az önce bahsettiğimiz Türkiye’nin ortak yatırımlar yapılması yönündeki politikasını zayıflatan bir görünüm veriyor. Yani iki ülke ortak yatırımlar bir yana, ileride  aynı mallar ve pazarlar için sıkı bir rekabete girebilir.


Her şey bir yana Çin ve Türkiye pazarları o kadar büyük ki, iki ülkenin de hızlı  artan genç nüfusu dikkate alındığında bir çok alanda ortak çıkarlar yaratılabileceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Ancak bunun için çaba, iyi niyet ve elbette tatmin edici bir kar ortamının oluşturulması gerekiyor.
(Bu yazı, Diplomatik Gözlem Dergisinin Şubat-2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder